Prof Dr Ramazan Demir
“Açılım-saçılım-kaçınım” sıtmasına yakalanan siyasi irade; önce ucu açık olarak “açılacak”, sonra etrafa bulaşacak şekilde “saçılacak”, o da yetmeyecek çareyi “kaçınmak” ta ya da “kaçmakta” bulacak varsayımı ortalıkta söylenmekte…
Konuyu nasıl “evirip-çevirip” sunacağı telaşı içindeyken, yeniden rapor vermek ve yeniden “destur” alarak uygulamalar yapmak için gayretle çalışan bir irade, çırpındıkça karanlığa batmakta…
Tam bu konuların tartışıldığı bir günde, devlete silah çeken, isyan eden her kim olursa olsun, “onların anaları ağlayacak mı, ağlamayacak mı” seçeneklerine bakılmaksızın bugünkü isyancıların başının ezilmesi gereğine dikkat çekme noktasında, yanlış örnek bile olsa, tarihi bir olayı gündeme getiren bir politikacının sözleri etrafında “ateş çemberi” oluşturuldu…
Maazallah eğer bu isyan Gazi Paşa’nın döneminde değil de Demokrat Parti döneminde olsaydı, şimdiye kadar kaç kez “idam” fermanı imzalanırdı, bilinmez! Nedir işin aslı astarı; kimse bunu araştırmadan, anlamadan, dinlemeden konuşuyor, yazıyor çiziyor…
Evet, nedir bu “Dersim” olayı?
İşte bu yazımızın ana konusu “Dersim İsyanı” olacak…
**
Siyasi arenada sürüp giden “Dersim” kavgasında kim ne diyor, doğru mu söylüyor, yalan-yanlış mı söylüyor sorusuna yanıt aramayacağız; kimin haklı-haksız olduğuna da bakmayacağız; öncelikli olarak “Dersim” isyanını ve onun öncüsü “Seyit Rıza”yı anlamak ve tanımak gerekiyor, onu anlamaya, amaçlarını anlatmaya çalışacağız…
Yakın tarihimizde olmuş bir isyanın nedenleri ve sonuçlarını bilmeden birileri hakkında karar vermek, onları yargılamak doğru olmadığı kanaatiyle konu araştırıldı, birçok yönüyle irdelendi…
Olayı objektif olarak değerlendirebilmenin tek yolunun, her olayda olduğu gibi, Dersim olaylarını da kendi zaman dilimi ve şartlarında değerlendirmeyi ilke edindik. Bu yazı bu ilke çerçevesinde değerlendirilip okunmalıdır. Eğer 1937-38 yılların devlet anlayışı ve Dersim isyanı bugününün şartları, fikri ve siyasi atmosferi ile değerlendirilirse, baştan itibaren yanlışa düşülmüş olur. Bunu hatırlatalım…
**
İsyan Öncesi Genel Durum…
Altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğunun hiç bir döneminde Anadolu’nun bu bölgesi “devlet otoritesi” kontrolüne girmemiştir. Yüzyıllarca feodalitenin özgün bir yapısı olan aşiret esasına göre “egemen alan” ve “manevi ocak” şeklinde tezahür etmiş, “çoklu kişisel özerklik” bağlamında egemen olan bir yönetimle varlığını sürdürmüş olan Dersim Bölgesi çok farklı özelliklere sahiptir.
Tanzimat Fermanıyla birlikte, İstanbul hükümeti bölgeye zaman zaman müdahil olmak istemiş, fakat hiç bir şekilde devlet otoritesini tesis edememiştir. Sonuçta, kendi haline bırakılmış…
Merkezi yönetimin müdahil olmasına karşı Dersim feodalizmi sıkça isyanlar çıkarmış; bunlar genel hatlarıyla “Dersim Ayaklanmaları” olarak bilinir. Bu ayaklanmaların tarihleri sırasıyla; 1847, 1877-78, 1885, 1892, 1893-95, 1907, 1911, 1916 olarak tarihlendirilebilir.
Dersim, Osmanlı Devleti sınırları içinde adeta “çoklu kişisel özerklik” yansıtan bir bölge olarak yaşamını sürdürmüş. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla bu özerk yapısını kaybetmiştir. Aşiretlik, seyitlik, şeyhlik, manevi ocaklık, ağalık, derebeylik lakaplarının yaygın olduğu bölgede devlet otoritesine kaymalar başlayınca (özellikle güçlüler tarafından ezilen zayıf aşiretler ve fukara halk devlete sığınmaya başlamış) buna itirazlar olmuştur. Feodal yönetim biçiminin tehlikeye düşmesine karşı çıkılmış; vergi vermek, askere gitmek, devlete tabi olmak gibi çeşitli devlet otoritesini kendilerine uygun bulmamışlar ve her fırsatta isyan etmişlerdir.
Bölgede meydana gelen isyanlar kısmen de olsa bastırılmış olsa de sorun hiç bir şekilde çözülmemiştir. Cumhuriyet idaresi bu sorunu kökten çözmeye karar vermiş. Ve 25 Aralık 1935 tarihinde, 2884 sayılı “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun” çıkarıldı. Bu yasanın detayları ve ana hedefleri aşağıda “yol haritası” şeklinde verilmiştir.
**
Öncelikli olarak bölgeye, dördüncü genel müfettiş sıfatını da alan, otoriter bir general-vali atanması yapılır. İdari, askeri ve hukuki anlamda geniş yetkileri olan asker vali korgeneral Abdullah Alpdoğan olur. Vali Alpdoğan’ın çok sert ve otoriter biri olması da dikkat çekicidir.
Tunceli İl Yasasının çıkmasıyla bir ıslahat programı uygulanmaya konuldu. Ve bu ıslahat hareketleriyle birlikte 1937 başlarında, Dersim’de yeni isyanlar başladı. Yine bölgede hükümet otoritesi kurulamadı. Dersim’deki bu hareketliliğe paralel olarak Suriye sınırına yakın bölgelerde de benzer olaylar görülmeye başlandı.
Bunlardan biri de Hatay’ın bağımsızlıkla sonuçlanmasıyla isyancılara moral, umut verdi. Hatay’a bağımsızlık tanıyan “Milletler Cemiyeti” (Birleşmiş Milletler) yeni olayları gündeme getirdi.
Suriye sınırındaki bu isyanların arkasında, başta Fransa ve Fransa’nın mandası altındaki Suriye’nin olduğu ve onlar tarafından kışkırtıldığı şüphesi güç kazandı. İşte bu sırada Dersim’de de devam eden isyanların kontrol altına alınmamasının ardındaki gerçeği, Başbakan İsmet İnönü, Dersim bölgesinin ıslahı için uygulanan reform programının amacına bir türlü ulaşamadığını ve bu isyanın arkasında İngiltere’nin olduğunu TBMM de açıkladı.
**
İsyanın Sebepleri ve Dersim’i Islah Yol Haritası…
Osmanlı döneminde bile “Tımar” sistemine dâhil edilemeyen feodal yapının temsilcileri var Dersim’de… Onların şöyle kategorize etmek mümkün; şeyhler, ağalar, seyitler, mirler, aşiret reisleri ve başıboş eşkıyalar…
Diğer bir anlatımla feodal güçler “her şey” olmuşlar; yargılamayı da, cezayı da kendileri vermişler, hem hâkim hem de savcı olmuşlar. Vergiyi de kendileri toplayıp paylaşmışlar, gençleri askere yollamamışlar, kendi egemenlikleri için fedai olarak kullanmışlar, yani muhafızlık, haydutluk için insan gücü olarak kullanmışlar. Çetelerden oluşmuş eşkıyalar topluluğundan ibaret bir feodal güç oluşmuş…
Kısacası modern çağın derebeyleri…
Peki, bu insanlar neden isyan ediyorlar?
Sebep gayet basit, bu yöreye devlet otoritesinin gelmesini istemiyorlar.
Bu çağdışı düzenin yerine medeni bir yapının getirilme isteği, onların feodal itibarını sarsacağı için Devlet’i istemiyorlar…
Bu isyanın sebeplerini, Türkiye cumhuriyeti belgelerinin dışında bir kaynaktan okuyalım: “Komünist Enternasyonalin” belgelerinde (1937) şöyle yazıyor;”Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır… İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur.”
**
Yıl 1935… Cumhuriyet hükümetinin başında başbakan olarak Garp Cephesi komutanı İsmet Paşa var… Ekonomik ve sosyal boyutlu büyük projeler Gazi Paşa’nın kontrolünde yürütülüyor; ülkeyi ekonomik, sosyal ve eğitsel olarak kalkındırmak, ana hedeftir… Bu projelerden biri de 1935 yılında İsmet Paşa’nın hazırladığı Dersim projesidir. Proje Dersim isyanından yaklaşık iki yıl önce konuşulmaya başlandı.
Dersimle ilgili bu projeye bakıldığında neleri görüyoruz, neler varmış, amaçları, hedefleri nelermiş; bu projede neler yer alıyordu? Sorularını irdelemek mümkündür. İsmet Paşa’nın bu projesinde yer alan ana konuları özetleyerek belli başlıklar halinde şöyle sunmak mümkündür;
1- Dersim ıslah edilecektir. Bir program dâhilinde önce yöre silahtan arındırılacaktır. Bunun için programın bir ön hazırlığı yapılacak, sonra silahların bırakılması ve teslimi olacaktır. Ardından ekonomik gelişme ve sosyalleşme devam edecektir. Gerekirse zorunlu iskân uygulanacaktır.
2- Programa göre yörede yerleşik devlete kafa tutan feodalitenin tüm unsurların silahsızlandırılması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması için üç sene süreye ihtiyaç vardır.
3- Dersim vilayeti yeniden teşkilatlandırılacak, devlete ait kurumlar-resmi daireler tesis edilecek, vali yetkisinde başarılı bir kolordu kumandanı vali olarak atanacak, üniformalı muvazzaf subaylar (zabitler) kaza kaymakamları olacaktır. Devlet dairelerinde çalışan memurlardan hiç biri yerli olmayacaktır.
4- 1935 ve 1936 yılları imar programı kapsamında ilin tüm yolları, köprüleri ve karakolları yapılacaktır. Bu imar işleri 1937 ilkbaharına kadar bitirilecek ve bu tarihten itibaren bir askeri kuvvet valiliğin emrine verilecektir.
5- Tüm bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu düşünceler gizlidir.
Dersim ıslah plânı olarak da anlayacağımız plânın ana hatları bunları kapsıyordu. Bir anlamda devleti tanımayan ve baş kaldıran Dersim’in “medenileştirme” işinin yol haritası böyleydi.
**
1935 yılından itibaren Dersim’de hızlı ve köklü bir imar faaliyeti başladı. Önce yollar, köprüler yapıldı; ardından askeri karargâh binaları, lojmanlar ve karakollar inşa edildi. Bunların anlamı şuydu; Dersim’e devlet gelecek, feodal sistem yıkılacak!
Karakol ve askeri karargâhların inşaatını fark eden Dersimli aşiretler isyan plânlarını hazırladılar. İtiraz ettikleri husus, askeri karakolların inşası idi. Çünkü karakollar aracıyla kontroller yapılacaktı. Bunun anlamı da devletin mutlaka bir askeri harekâta başlayacağı yönündeki kanaat idi. Bir askeri harekâtın başlaması feodal sistemin çökmesi demekti. Harekâtın başlayacağını sezdiler ve isyan bayrağını çektiler…
**
Yıl 1936… Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışını Gazi Mustafa Kemal Atatürk yapacaktır… Herkesin Gazi Paşa’nın neler konuşacağını merak etmektedir. Nitekim beklenen de olur; Dersim’e askeri bir harekâtın yapılacağını, Mustafa Kemal, TBMM açış konuşmasında gereken sinyali verir. Bu konuşmayla adeta askeri harekât için işaret fişeğini ateşlemişti…
İşte Atatürk’ün 1936 yılındaki TBMM açılış konuşmasında söyledikleri: “Dâhili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dâhilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir.” (M.K. Atatürk, 1936 TBMM Açış Konuşmasından)
**
Dersim Komutanı ve Faaliyetleri…
Dersim’in ıslahı planı gereğince “kolordu” düzeyinde bir kuvvete komutanlık yapabilecek ve olağanüstü yetkilerle donanmış bir vali-korgeneral atandı. Böylece Dersim’de kurulan askeri karargâh komutanlığına hem asker hem de vali yetkisinde biri getirilmiş oldu. Göreve tayin edilen bu kişi de, Cumhuriyet dönemi isyanlarından “Koçgiri İsyanı”nı kanlı şekilde bastıran “Sakallı Nurettin Paşa”nın damadı olan Korgeneral Abdullah Alpdoğan idi.
**
Korgeneral Alpdoğan, 1937 başında, Dersim’e komşu il olan bugünkü Elazığ bölgesine karargâh kurar. Dersim yöresinde kendi başına buyruk yaşayan ve devlete tabi olmak istemeyen aşiret liderleriyle görüşmelere başlar. Bu aşiretlerin belli başlıları şunlardır: “Yusufhan, Demenan, Haydaran, Şıh Hesenan, Kalan, Karakoçan, Kevan, Lolan, Keçelan, Kozan, Bahtiyar” olmak üzere…
Bu aşiretlerden başka bir tane daha vardır, “Abasan Aşireti”… Bu aşiretin özelliği, reislerin adının Seyit Rıza olmasıydı; kendisinin peygamber soyundan geldiği, bu nedenle de “Seyit” lakabını alarak kendisine “Seyit Rıza” denilmesi aşireti özellikli kılıyordu.
(Not: Peygamber ailesine mensup olan kişiler “ehlibeyt” olarak bilinir. Peygamber soyundan günümüze intikal eden nesiller ise “seyit” olarak anılır. Peygamber torunu Hüseyin, Kerbela’da yakınlarıyla birlikte katledildikten sonra, Ondan gelen soy “seyit” olarak anıldı. Bugün de Anadolu’da seyit olduğunu iddia eden pek çok insana rastlamak mümkündür. Bunların çoğu sahte seyitlerdir. Seyitlik devlet tasdikinden geçmiş şecerelerle belirlenir. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, “seyitlik payesi” kişiye toplumda farklı ve çok önemli bir mevki, konum, itibar kazandırır. Çünkü kendini peygamberin vekili olarak tanıttır, cahil vatandaş da buna inanır ve katıksız “biat” eder. Böylece “seyitlik” unvanıyla bir tür feodalite oluşur. Özellikli din motifi kullanılarak çok etkin olan aşiretler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çok itibar görürler. Hem seyitlik, hem ağalık, hem de aşiret payelerine sahip olanın sınırsız gücü var demektir. Tabii ki tüm bu payelerin hepsi aynı kişide bulunmayabilir; bir iki tanesi bile yeter feodal güç olmaya, insanları sömürmeye, gerektiğinde isyan çıkarmaya… R.D.).
**
Korgeneral Alpdoğan’ın aşiret reislerine yaptığı teklifler şunlardır;
1-Devlete tabi olun.
2-Dersim’e yönelik yapılacak ıslahatı engellemeyin.
3-Bunları kan dökmeden barış yoluyla sağlayalım.
4- Eğer karşı gelirseniz çok fazla kardeşkanı akabilir.
Der ve aşiretlerden bu konuda devlete yardımcı olmaları için gayret beklediğini belirtir. Tabii ki bu son uyarı aynı zamanda tehdit niteliğinde bir söylem olmadığı da kimse iddia edemezdi…
Dersim bölgesi feodalizmini devletin kontrolüne almak için bir yasanın hazırlandığını yukarıda belirttik. Yasanın tam adı şöyledir: “Tunceli (Tunçeli) Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun” ki bu yasa 2884 sayıyı taşıyordu. Bu yasa kısa ifade ile “Tunceli (Tunçeli) Islahat Kanunu” olarak bilinen kanun olup, 1935 yılın 25 Aralığında kabul edilir, 1936 Ocağında yürürlüğe girer.
**
“Tunceli İl Kanunu” Neden Gerekliydi?
1935’e kadar Dersim yöresinde devleti temsil eden herhangi bir kurum olmamış. Bu durum Tanzimat döneminde yapılan yeni teşkilatlanma sırasında da göz ardı edilmiş, daha doğrusu yok sayılmış Dersim. İşte “Tunceli İl Kanunu”, bu yöreye devlet gücünü götürmek için çıkarılmış bir kanun…
Cumhuriyetle birlikte birçok alanda reformlar yapılıyor, illerde, ilçelerde, bucaklarda (nahiye) yeni idari sistemler kuruluyordu. Dersim öteden beri asayişsizliğin, başıboşluğun, feodal unsurların egemen olduğu bir bölge… O güne kadar bu yöredeki sıkıntılar sadece askeri önlemlerle çözülmeye çalışılmış; ekonomik, sosyal, eğitsel, kültürel hiçbir yatırım yapılmamış…
Cumhuriyet idaresi buna kesin çözüm aramakta ve sorunu ıslahatlar, imarlar yaparak temelde hal etmek istemiştir. Zaten yasanın ruhuna bakıldığı zaman, bölgenin ıslahı ve imarı için gerekli alt yapının sağlanmasını amaçlayan bir programın varlığı fark edilir.
Yöre halkının sefaletini azaltmak, feodal unsurların elinden kurtarmak için, bölgeyi her yönüyle kalkındıracak şekilde yeniden organize etme planı… Eğitim kurumlarıyla, yol-köprü-su-sağlık kuruluşlarıyla vatandaşa hizmet götürme projesi.
“Tunceli İl Kanunu” çıkarılırken Dersim’de herhangi bir isyan yoktur, var olan bir isyanı bastırmak için çıkarılmış bir kanun değildir. Bölgeyi kalkındırmak, insanlara aş, iş, emniyet sağlamak için çıkarılmış bir kanundur.
Eğer ekonomik ve sosyal yönden bölge kalkınırsa, güvenlik sorunun çözülmesi mümkün görülmüş, ekonomik ve sosyal kalkınma ile yörenin isyan potansiyelinin azalacağı düşünülmüş ve bu amaçlara uygun bir il kanunu. Kısaca “Tunceli İl Kanunu” demek, yöreye uygulanacak topyekûn bir kalkınma hamlesi programı demektir…
**
Bu kalkındırma programına paralel olarak güvenliği sağlamak için bölgeye kurulan askeri müfettişliğin (Dördüncü Umumi Müfettişlik) başına Korgeneral Abdullah Alpdoğan getirilmiş. Aslında, işi, “sulh” ve “salah” ile hal etmekten yana bir asker. Fakat bir o kadar da sertlikte karalı.
Onun için, önce Dersim yöresindeki aşiret reislerini bir araya toplar ve bu yöreye uygulanacak kalkınma programının ana hatlarını anlatır. İnsanların nasıl rahata kavuşacağını, ulaşımın nasıl sağlanacağını, çocukların ve gençlerin nasıl eğitileceğini anlatır; sağlık hizmetinin, yol-köprü-su gibi alt yapıların neler sağlayacağını, sonuçta yöre halkının nasıl refaha kavuşacağını detaylarıyla, örnekleriyle anlatır…
Aşiret reisleri, Elazığ merkezinde kurulu askeri müfettişlikte itiraz etmemişler bu anlatılanlara, hatta memnun gibi olmuşlar, en azından öyle görünmüşler. Bazıları uzun beyaz sakallarını sıvazlayarak söylenenleri, çok içten olmasa bile ”tasdik” ettiklerini mırıltı ile ikrar etmişler.
İlginçtir, aşiret liderleri Elazığ’dan Dersim’e dönerken geçtikleri yollarda ne kadar köprü varsa yakıp yıkmışlar. Yakmışlar diyorum, çünkü cumhuriyetin ilk yıllarında ne yeteri kadar çimento ne de demir vardı. Dolayısıyla Anadolu’nun hemen her yerinde yapılan köprülerin çoğu ahşaptandı. Büyük kalaslardan yapılmış köprülerdi.
**
Dersim İsyanını Kim Destekliyordu?
Cumhuriyet döneminde ve öncesinde Doğu ve Güneydoğu’daki isyanların içinde iki tanesi önemlidir: Şeyh Sait ile Dersim isyanları. Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiltere’nin olduğu biliniyordu. Çünkü İngiltere’nin amacı, Türkiye’nin içerden çıkarılan isyanlarla uğraşırken, Musul üzerindeki isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmekti.
İngilizlerin Ortadoğu petrolleri hakkında siyasetleri tarih boyunca hiç değişmedi. Her zaman Irak petrollerini kendi denetiminde olmasını istemiştir. Bunun için de halkın hassas olduğu bazı argümanlar icat etmiş, ajanları aracılığıyla halkı isyana teşvik etmiştir. Örneğin “Din elden gidiyor” görünümü vererek başlatılan isyanlar gibi… Şeyh Sait İsyanı gibi…
Her dönemde İngiliz emperyalizmi de amacına ulaşmıştır. Çünkü Ortadoğu’da ve Anadolu’da en hassas olan konuların başında “din” ve “etnik milliyetçilik” kimlikleri kaşınmış, kanatılmış ve toplumda devlete karşı isyan hazırlanmıştır.
Cumhuriyetin bu zor yıllarında sadece feodalizm ve Batı emperyalizm etkeni yoktu, diğer tarafta Moskova rejimi de tetikteydi. Komünistler Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti çok benimsediklerinden dolayı değil, Batı emperyalizmine karşı savaş kazandığı için itibarlıydı, onun için de cumhuriyetin ilanından hemen sonra çıkan Şeyh Sait isyanına (1925 ) Moskova destek vermedi…
Bunun belgeleri “Komünist Enternasyonal” arşivlerinde saklıdır. Komünistlerin bu şekilde davranmalarının sebebi ise şöyle ifade edilmiştir: “Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye’nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır. Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir.”
“Komünist Enternasyonal” tarafından yapılan bu tespit son derece isabetlidir. Bazı hususları, kimlikler farklı gösterilmek istense de, bugün için de geçerli sayılabilecek derecede açık gerçeklerdir.
Dersim tarihi, pek çok isyanlarla doludur, bunların tarihleri yukarıda verildi. Bu isyanlar Padişahlara, Meşrutiyete, Jön Türk hareketine karşı yapılmıştır. En son da Cumhuriyet yönetimine karşı yaptıkları Dersim isyandır…
**
Osmanlıyı paylaşan emperyalistler arasında pay kavgası devam ediyordu, paylarından pek memnun değillerdi, “sana çok oldu bana az oldu” diye… Bunlardan biri de İngiltere idi. Türkiye Cumhuriyeti ile imzalanan Lozan antlaşması gereğince Musul ve Kerkük statüleri, özellikle bu bölgelerde çıkan petrol kaynakları üzerindeki hisseleri için kesin çözüm olmamıştı. Musul konusu özellikle İngiltere ile tartışmalıydı. İşte tam bu sırada İngilizler ellerini güçlendirmek için bir “iç sorunun kaşınması” plânını yaptılar. Musul’u elde tutmak istiyorlardı. Pazarlık konusu yaratmak için Dersim isyanını provoke ettiler. İşte size son derece ilginç bir hatıradan alıntı (belge niteliğinde). Bu ifadeleri okuyucularıma-kamuoyuna ibretlik belge olarak sunuyorum.
(Not: Bir hatıranın hatırlattıkları: Mehmet Akif Ersoy’dan naklen bir olayı burada anımsatmakta yarar vardır. “Mısır’ın İngilizler tarafından işgali sırasında bir İngiliz subayına Kahire’de sordum; “Siz bu ülkeyi çok az bir askeri birlikle yönetiyorsunuz. Bir başka ülke Mısır’ı işgal etmeye kalksa bu kadar az askerle ne yaparsınız?” Bunun üzerine İngiliz subay bana; “Hangi ülke işgal edecek?” dedi. Ben de; “Osmanlılar buraya 40 bin askerle gelseler sizler bin, iki bin askerle bunlara karşı koyabilir misiniz?” deyince İngiliz subay; “Osmanlı’nın başına içeride öyle gaileler açmışız ki, değil 40 bin asker, 400 askerle bile gelecek durumları yoktur” dedi.) M. Akif’ten alınan bu anı, bize, bir gerçeğin bizzat İngilizlerin ağzından itirafını kanıtlamaktadır. Düşmanı ve kuklalarını başka yerde aramaya gerek var mı? Dersim isyanı da diğer önceki isyanlar gibi iş-aş için değil; geri kalmışlık için değil; kimlik, kültürlerin yaşanmamasından dolayı değildir. Feodalizmin devamını ve sürekli “çıban” olma özelliğini korumasını isteyen emperyalizmin desteğiyle çıkarılmış isyanlardır.R.D.)
**
Seyit Rıza’nın İngilizlere Mektubu…
Bu mektup, Ankara’daki İngiliz Elçiliği’nde görevli Percy Loraine tarafından İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden’a yollanır. Mektup numarası 309, tarihi 22 Mayıs 1937dir. Mektupta, Kürtlerin Türk kuvvetlerine büyük hasar verdikleri özellikle belirtiliyor.
“Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,
Sayın Bakan,
Yıllardan beri, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp, Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor. Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı. Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930′da Ararat Tepesi’nde, Zilan ve Beyazıt vadisinde yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor. Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor. Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım….
Seyit Rıza
Dersim Başkomutanı”
**
(İrdeleme-yorum: İngiliz Dış İşleri Bakanlığına mektup yazıp kendini “Dersim Başkomutanı” olarak tanıtan Seyit Rıza’ya mümkün olsaydı da şu soru sorulsaydı; “peygamber soyunun varisi olarak kendinize yakıştırdığınız “seyitlik” unvanını kullanarak toplumu felakete sürüklemek ve Hıristiyan bir devletin himayesini isteyerek kendi devletine, dindaşlarına karşı isyan etmek, “seyitlik” payesine uyar mı, yakışır mı? Eğer bundan bir manevi destek ve haz duyuluyorsa, o peygamber size duacı, şefaatçi, olur mu?”
Tabii ki böyle bir soru sorma şansımız yok…
Türk milletinin çok kötü kaderi mi var, nedir?
Dış düşmanlar kadar iç düşmanlarla uğraşılmıştır.
Emperyalizmin oyunlarına alet olan mutlaka iç hainler her dönemde bulunmuştur. Neden emperyalist güçlerin oyununa gelinir, bu pek bilinmez. İnsanların yaklaşımı son derece önemli; peşinde sürüklenilen kişinin ne olduğu veya olmadığı anlaşılmadan gelip geçici kişilerin peşine takılarak meçhule doğru giden bir akıbete sürüklenirler. Devletin başında Atatürk gibi bir lider varken ona isyan edeceksin, bu da yetmeyecek gidip İngiliz’le işbirliği yapacaksın ve böylece isyan kozu kullanılarak, Musul ve Kerkük pazarlık konusu yapıp kaybettireceksin.
Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete karşı gelenler emperyalizmin kucağına oturmayı yeğliyor. Bunu anlamak epeyce zordur. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” diyen bir lider var, hürriyeti, akıl ve bilim yolunu telkin ediyor. Mazlum dünya milletlerine örnek, kurtarıcı lider olmuş fakat hâlâ Anadolu’daki ayrılıkçılar, feodalitenin artıkları bunun farkında değiller…
Akıl midenin ve nefsin emrine girdikçe yanlış riski kaçınılmazdır.
Bunun sonunda emperyalizme köle olmak vardır.
Bir lider eğer halkına güveniyorsa, inanıyorsa, onun refahını ve huzurunu düşünüyorsa önce hürriyetini yani istiklâlini istemelidir. Halkının milli ve manevi değerlerine saygılı olan bir lider “emperyalizme en derin saygılarını sunmaktan onur duyan” biri olabilir mi? Kurtuluş savaşı örneği varken önünde, Atatürk gibi olağanüstü bir deha varken örnek olarak, emperyalistlerin oyununa gelip onların merhametine sığınır mı bir lider?! Üstelik de kendini bir bölgenin “başkomutanı” olarak tanımlayarak… Öyle olsaydı, emperyalist güçlere “saygı sunmayı onur sayma” onursuzluğunu gösterenler gibi Gazi Mutsa Kemal mandacılığı kabul ederdi, ama hiçbir mandayı kabul etmemiştir ve “ ya istiklal ya ölüm” demiş, bir başka seçeneğe yer vermemiştir…
Çapsız ve kapasitesiz bir takım zayıf insanların ardına takılan eğitimsiz, disiplinsiz grupların varacağı hedef de çok acı ve gözyaşı ile dolu olur. İşte Dersim’de maalesef bu yaşanmıştır. Devlete karşı isyan vardır; devlet bunu iyilikle hal yoluna gitmiştir, kabul görmemiştir, devletin yumruğu çok sert şekilde inmiş o dağlara, “kutu” biçimindeki derelerine Dersim’in… Yanlış-doğru, devlet devletliğini göstermiştir; fakat yazık olmuş, çok acı olmuştur… Buna üzülmemek mümkün değildir…
Şimdilerde birilerin kalkıp bu acı olayı istismar etmesine ne demeli?
Düne kadar Alevi vatandaşları “yok” sayanlar bugün politik “hami” kesilmişlerdir…
Kimi inandırabilirler?!
Burada son derece önemsediğim bir hususu hatırlatmak isterim: Anadolu’da isyan edenler sadece Kürtler değildir. Türkler de isyan etmişler. İşte örnekleri Hilafet Ordusu İsyanı, Ali Galip Olayı, Anzavur İsyanı (Bolu-Düzce), Yozgat, Çapanoğlu İsyanları, Birinci ve İkinci Konya (Bozkır ve Delibaş) İsyanları ve diğerleri. Bunların çoğu doğrudan Türkler tarafından çıkarılmış isyanlardır ve şiddetli şekilde bastırılmıştır.
Kimse “bunlar Türk’tür, varsın isyan etsinler” dememiştir. Bastırılma şiddeti isyanın çapıyla doğrudan ilgilidir. Milletine, devletine isyan eden, silah çeken her kim olursa olsun; ister Türk, ister Kürt, İster Çerkez, ister Boşnak olsun haindir. “Hain’in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt’ün de haini vardır, Türk’ün de…” R.D.)
**
Dersim Nasıl Bir Yerdir?
Coğrafi ve iklim bakımından
Doğu Anadolu’nun en sarp dağları ve vadilerin yer aldığı bir coğrafya. Bir tarafta Erzincan, diğer tarafta Elazığ’a sıkı komşuluğu olan bir il. Dersim’i Elazığ’dan ayıran Murat nehri, Erzincan’dan ayıran da Karasu… Son derece karasal bir iklim ve tarıma uygun olmayan bir dağlık arazi yapısı… İnsanların geçim kaynağı olacak çok fazla alternatif yok… Geçim zor olduğu için insanların büyük kısmı geçim sevdasına düşmüş… Doğa olarak çok güzel, yani turizme açık alanlar, fakat bu özellikler 1930lu yıllarda geçerli değildi… Safari turları, Munzur çayında hakiki alabalık belki bugün için geçerli özellikler… Cumhuriyetin ilk yıllarında belki de en zor ulaşılacak bölge Dersim bölgesi… Doğru dürüst yol yolak yok…
Feodal yapı bakımından
Feodal yapı egemenliği var. Halkın eğitimsizliği ve fukaralığına karşın bol sayıda ağa, şeyh, seyit, mir vardır. Konuyla ilgili detay yukarıda verildi.
Neden bu lakaplar itibar görüyor?
Ağalık öteden beri yaygın olan feodal sistemin tezahürü…
İnsan ve ekonomik gücü olan, orada “ağa”dır…
Şeyhlik daha çok tarikat veya manevi ocaklara bağlı kişilerin, atadan dededen intikal eden “posta oturma” geleneğinin sonucu oluşan “dini feodalizm”… Din bilgisi yönünden de çok cahil olan halkı “din” korku silahı ile sömüren bir yapılanma…
“Mir”lik daha farklı ve aileden intikal eden, aşiret hanedanlığı olarak kabul edilen benzer bir feodal sistem…
Seyitlik, en önemli feodal unvandır. Peygamber soyundan geldiği iddia edilen kişilere verilen paye…
Toplumda bunların itibarı çok yüksektir.
Maneviyat temsilcileridir.
Bir kısmı “dede” unvanına da sahiptirler.
Yani hem “dede” hem “seyit” ya da sadece “dede” olunca itibar artar.
Tüm bunlar farklı anlamlarda ortaya çıkan feodalizmin türevleridir.
Ana tema, gücü yetene…
Fukara insanları kullanarak sömürmektir…
Kimisi halkın malını, koyununu, zahiresini gasp eder sömürür; kimi de halkın maneviyatını sömürür…
Kısaca tüm bu feodal yapılar, nüfuz ticareti yaparlar.
Bu feodal yapının hepsinde ekonomik geçim zorluğu vardır.
Peki, bu zorlukları nasıl çözer feodal güçler?
Eşkıyalıkla!
Her feodal grup bölgesine yakın çevredeki, sınırlı da olsa bulunan, verimli üretim alanların sahiplerini haraca bağlar…
Kısmen verimli araziye sahip köyleri, kasabaları zorlayarak onların tahıllarına, hayvanlarına el koymak suretiyle geçimlerini sağlar… Bunun için de insan gücüne gerek vardır. Onu da zaten fukara olan köylüyü, eğitimsiz insanları kullanarak sağlar… Gençleri askere göndermeyerek “zorbalık gücü” olarak kullanır…
**
Sosyokültürel yönden:
Dersim’in ilginçliği sadece coğrafi sarplığı, ulaşılamazlığı yönünden değil, kültürel ve manevi değerler yönünden de son derece ilginçtir. Sosyolojik olarak çok farklı bir yapı gösterir. “Türkmeni” de “Kürütmeni” de “Alevlisi” de “Sünni’si” de “Bektaşi’si” de vardır… Etrafı genellikle “Sünni” mezhebine mensup halkın yaşadığı illerle, örneğin Malatya, Elazığ, Erzincan ve Bingöl’le çevrilidir; böyle kuşatılmış bir alanda, yaşayan insanların son yıllarda Sünni Türkmenlerin göçü sonucu tamamen Alevi-Bektaşi ve gerçekten “Kürt” oldukları tartışmalı topluluklar yaşamakta… Muhtemeldir ki çok eskilerde bölgeye gelip yerleşmiş bir topluluk. Araştırmacı yazar Bilal Şimşir’in tabiriyle “bir Sünni denizinin ortasında bir ada gibi” duran bir Dersim… Yavuz Sultan Selim’in doğu seferinden beri baskılar gördüğü kesin olan bir yaklaşım vardır. Genellikle Sünnilerin bu yaklaşımı, ayırımcılığı Alevi vatandaşların çoğu yerde “izole” hayat yaşamalarını teşvik ettiği de bir gerçektir.
Bu yöredeki insanların özellikle “dağlara sığınmaları” bu izole olmalarından mı yoksa kendilerini saklamak isteyen bir “unsur” olduklarından mı bilinmez. Sünnilere tepki mi, yoksa başka bir sebep var mı, o da bilinmez ama kendilerini “Kürt” sayma eyleminin altında mutlaka bir başka sebep olmalıdır…
Neden derseniz, Türkiye’nin her tarafında Alevi vatandaşlar vardır. Bunların hiç birinin deyişlerinde (ağzından), saz çalışında Kürtçe deyiş duyamazsınız. Çünkü Aleviler köken olarak Ahmet Yesevi, Hacı Bayram, Hacı Bektaş, Pir Sultan gibi “eren kişiler” önderliğinde yetişmiş, kuşaklar boyu Anadolu’ya gelip yerleşmiş Türkmen boylarına mensup insanlardır. Öz olarak Türkmen boylarına mensupturlar… Dersim bölgesindeki Alevi vatandaşların kendilerini “Kürt” addetmeleri bu bağlamda birçok karmaşayı ve şüpheyi bir araya getirmektedir… Diğer yandan Dersim’in temelinde Sünni şeriatçılığın olduğunu düşünenler de olmuştur. Bunu öne süren düşünürler, farklı bir yaklaşım içinde olabilir. Her ne durum olursa olsun, bu konu son derece karmaşıktır. Bu bağlamda Dersim sosyolojinsin araştırılması gereklidir.
**
Dersim bir “isyan bölgesi”
Coğrafi sınırlarına detaylı olarak bakıldığında, Dersim bölgesi, batı tarafı Kemaliye ve Ilıç vadisiyle, kuzeyi Erzincan ve Gümüşhane’yle, doğu tarafı ise Kiğı ve Bingöl sınırlarıyla çevrilmiş durumda. Güneyini ise Murat nehrinin sınırladığı geniş bir alan… Dersim’in meşhur “Kutu Deresi”, “Munzur Vadisi”, “Ali Boğazı”, “Barasor Boğazı” gibi son derece sarp ve ulaşılması çok zor olan yerlerin bulunduğu bir coğrafya… Devlet gücünden uzak, kendi başına buyruk yaşamayı yeğleyen topluluklar için adeta bir “sığınma” alanı… Bundan dolayı da her zaman devlete karşı isyana uygun bir yer…
Aslında bölge halkının son derece fakir olmasından kaynaklanan bir sonuç olarak devletin vergi tahsil etmemiş ya da edememiş… Yüzyıllardan beri kendi başına yaşamaya alışmış yöre halkını çeşitli bahanelerle baskı altına alan yöredeki etkili feodal güçler her fırsatta devlete isyan etmeyi bir adet haline getirmişler. Aşiret reisleri kendi hâkimiyetlerinin sarsılacağını düşünerek, devletin bu bölgeye gelmesini asla istememişlerdir. Güçlü aşiretlere karşı koyamayan fakir halk ve küçük gruplu aşiretler ise devletin gelmesinden şikâyetçi değillerdi, çünkü feodal baskıdan kurtulup devlete sığınmayı en çıkar yol olarak biliyorlardı.
**
Dersim İsyanında Ermenilerin Rolü…
1915 Zorunlu Tehcir nedeniyle Anadolu’da çok sayıda Ermeni vatandaş ya dağlara sığınarak, ya kimlik değiştirerek, ya din değiştirerek, “Hamidiye Alayları” kalıntıları olarak bilinen Kürt aşiretlerin oluşturduğu eşkıyanın hışmından kurtulmak için kendileri gizlediler. Doğu Anadolu’da kendini gizleyen Ermenilerin en çok sığındıkları bölge Dersim bölgesi oldu. Ermeni tehciri sırasında bu coğrafyaya sığınan o kadar çok insan oldu ki zaten devletin onları takip etmesi mümkün değildi. Ayrıca, sonraki yıllarda çıkan af yasasıyla geri dönen Ermeni vatandaşlar ile özellikle Suriye’den gelen bazı komitacı Ermeniler yöredeki bazı aşiretlere intikal ettiler.
Ermenilerin çoğunlukla etkili olduğu aşiretler “Haydaran”, “Demenan”, “Yusufan” ve “Kureyşan” gibi güçlü aşiretlerdi. Ermenilerin 1915 öcüne yönelik doğrudan ve bağımsız bir hareket başlatmaları beklenemezdi, zira o güce sahip değillerdi, fakat farklı isimle bu telkini yapmak ve harekete katılmak yadırganacak bir durum da değildi. Nitekim buradaki yerli halkı çeşitli isimler önderliğinde devlete karşı isyana teşvik ettiler. Çok akıllıca plânlar yapıp dış destek de sağlandığı takdirde işin başarılabileceğine inandılar (Detaylar için bakınız; K.Karabekir’in Kürt Raporları).
Yöre insanının peşinde gidebileceği, sözü dinlenebileceği bir kişiye ihtiyaç vardı; o da bulundu; “seyitlik” payesine sahip bir aşiret lideri herkesi daha kolay etrafına toplayabilirdi… Nitekim öyle de yaptılar; “Yukarı Abbasuşağı” Aşireti’nin reisi olan Seyit Rıza’yı bu iş için öne sürdüler. Tüm aşiretler Seyit Rıza’nın etrafında birleşerek devlete isyan ettiler. İşte 1937 deki Dersim İsyanının ardındaki “ajanlar” ve Ermeni etkisinin katkıları…
Bugünlerde gündemdeki “Kürtçülük” ya da “Kürt Sorunu” diye öne çıkarılan olayın aslında kaynağının nereden geldiğini iyi okumak ve anlamak gerek… Bunun için de Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlıyı paylaşmak için Ermeni vatandaşları isyana teşvik eden Batı emperyalizminin plân ve programlarını, uyguladıkları stratejiyi yeniden iyi okuyup anlamak gerek…
**
Dersim’de Emperyalist Ajanları…
Osmanlı, esas itibarıyla Doğu Anadolu’yu tamamen kendi haline bırakmış gibiydi. Buralara Osmanlı gitmediği için, devletin varlığı hissedilmediği için emperyalistlerin ajanları, misyoner okulları, misyonerler tabii ki, azınlık okulları ve azınlık din adamları daha çok gitmiştir… Osmanlı döneminde Dersim aslında misyonerlik faaliyetlerinin yoğun olarak yapıldığı bir bölgedir. Merkez Harput olmak üzere gayrimüslimlerin dini misyonerlik için iyi bir alan olmuştur…
Feodal yapıya uygun olarak her feodal birim kendi egemenlik alanını belirlemek için diğerleriyle çatışmış, isyanlar çıkmış; sık olarak askeri önlemler alınmış fakat hiçbir zaman sükûnete ulaşmamış. Devletin varlığı hissedilmeyince emperyalizmin “ajanları” kol gezmiş Dersim’de… Yavuz’un Doğu seferine kadar Doğu Anadolu’daki aşiret sistemi “legal” olarak devlet tarafından desteklenmiş. “Devlete sorun çıkarma, orda ne yaparsan yap” anlamında her şeye göz yumulmuş…
Cumhuriyet dönemine gelinceye kadar Dersim aşiretleri birkaç kez isyan etmiş. 1937 ye gelinceye kadar Dersim diye bir bölge sadece “isyan ettikçe” akla gelmiş… Askerler yollanmış, susturulmuş, ağalar, şeyhler yine baş kaldırmışlar. Osmanlının reformist hareketi olan Tanzimat idaresinde bile Dersim unutulmuş… Tazimatla birlikte idari sistem yeniden düzenlenirken devlet idaresinde yeni iller, valilikler ihdas edilmiş fakat Dersim yine “yok” sayılmış…
Özetle Osmanlının “Dersim” diye bir vilayeti olmamış…
Misyonerler ve ajanlar için serbest alan olmuş…
1935’te çıkarılan “Tunceli İl Kanunu” aslında yörenin yüz yıldan beri ulaşmadığı bir refah düzeyinin getirilmesi içi hazırlanan projedir.
Yöreyi her yönüyle kalkındıracak, imar edecek bir proje kanunu…
Kanuna dayalı kalkınma projesi…
Bu, son derece önemli bir gelişmedir…
**
Komutan Valiye Olağanüstü Yetkiler Verilmesi Doğrumuydu?
Şunu kabul etmek gerekir ki Dersim olayı, Cumhuriyet kurulduktan sonra geçen kısa zaman içinde çıkan bir olay değildir. Problem 1860lı yıllardan beri vardır… Osmanlı bu sorunu hep “yok” saymış… Arada askeri önlemlerle “gel-geç” yapmış, o kadar…
Konu kangren olmuş bir uzuv örneği gibi… Kesilip atılmaktan başka çaresi olmayan bir durum… Cumhuriyet hükümeti “Tunceli İl Kanunu” çıkartarak, yeni bir il kurmak istiyor. Kurulacak vilayete tayin edilecek “vali” general rütbesinde bir asker ve sonsuz yetkileri olacak… Bu yetkilerin sınırsızlığı, yanlış kullanımı halinde felaketlere sebep olabilir. Nitekim Dersim’de bu sınırsız yetki kullanımı devleti zor duruma sokmuştur…
Kanun hükümlerine göre, general apoletli asker vali olacak, hem komutan hem de vali olan ve tüm yetkilerini taşıyan kişi… Bu bağlamda konuya bakıldığı zaman cumhuriyet hükümeti konuyu hiç Ankara’ya taşımadan Dersim’de halletmek istiyor anlamı sırıtıyor; “yılanın başını ininde eziyor” dedirtmek istemiş! Valinin yetkileri bir bakan yetkilerine eşdeğer genişlikte tutmuş, adeta “olağanüstü hal kanun” gibi yasal yetkiler…
Bu fevkalade sakıncalı olmuş, sonuçları da onu göstermiş!
Hedef ve amaç, isyan ve yargılamalar sırasında sertlikten yana tavır koymak; “..devlete karşı gelenin hali böyle olur…” dedirtmektir!…
Burada bir hususu tekraren belirtmekte yarar vardır; Dersim isyanı, valiye olağanüstü yetkiler veren çıkan yasanın bu hükümlerine karşı tepki olarak çıkmış değildir. Zira cumhuriyet hükümeti yasayı uygulamaya başlamadan isyan etmiş Dersimli feodalizmin temsilcileri… Diğer bir ifade ile daha devletin varlığı orada yokken isyan başlamış… Öylesine kendilerine güven dolular ki, hükümete ültimatomlar bile vermişler…
**
(Yorum-İrdeleme: Devlet tarafından yöreyi kalkındırmaya yönelik programın egemen güç olan feodal unsurları mutlu etmeyeceği tahmin edilmeliydi, hoş, mutlaka tahmin de edilmiştir. Çünkü yapılacak bu alt yapı hizmetlerinin farklı unsurlardan meydana gelen feodal yapının işine gelmeyeceği muhakkaktı. Yüzyıllardan beri kendi başlarına buyruk olmuş ağaların, şeyhlerin, seyitlerin, mirlerin ve bunlara bağlı eşkıya grupların işine gelmeyeceği, hoşuna gitmeyeceği belliydi. Devlet gücünün ağaları, şeyhleri, seyitleri sevmediği, bunun onların yararına olamayacağını anlayacak kadar akıllı insanlardı. Devlet gelirse Dersim’e, toplumun sosyal yapısı değişecek, feodal sistemin her türlüsü silineceği belliydi.
Alt yapı hizmetleriyle birlikte vatandaşın gözü de açılacak, insanlar görecek, düşünecek, devletin varlığını hissedecek, tek kelimeyle hayat biçimleri değişecek, ağanın marabası, şeyhin müridi olmaktan kurtulacaktı… Böylece feodal yapının eski nüfuzları kalmayacak, kimseye çok fazla hükmetmeyecek, çıkarları zedelenecekti…
Feodal unsurlar bunun farkında oldukları için devletin oraya gelmesini istememektedirler. Dersimli isyancıların bu davranışlarının arkasında sadece feodalizmi koruma istek ve arzusu yoktu, onlara destek veren, sürekli “çıban” olarak algılanmasını sağlayan ajan parmağı olduğu asla unutulmamalıdır. Çünkü Dersim İsyanının ardındaki güç İngiliz siyasetidir. Bunu yukarıda belgesini verdik…
“İngiltere Dersim’i ne yapacak”, diyenler olabilir; açalım; bu tip olayların ardında devletlerin menfaat siyaseti vardır. Amaçları, tam o dönemde İngiltere-Türkiye arasında yürütülen Musul-Kerkük pazarlığı dolayısıyla ellerini güçlü kılmaktır. Yani, isyan çıkarttırıp Musul-Kerkük pazarlığında elini güçlü kılmak amacı vardır… Bu yazının ilgili bölümünde, isyancıların reisi Seyit Rıza’nın İngiltere Dış İşleri Bakanlığına yolladığı mektupta bu ihanetin belgesi olarak tarihe geçmiştir.
Dersim, ekonomik olarak çok geri kalmış bir bölgeydi ve kendi içine kapanık bir komün sistem oluşturmuştu. Örneği, bir başka vilayetten hiçbir ticaret erbabı, Dersim bölgesinde ticaret yapamazdı. Çünkü soyulacağını biliyordu. 1937 yılına gelinceye kadar devlet, Dersim’den ne askere genç almış, ne vergi almıştır. Kanun egemenliğini sağlamak için devlet Dersim’e gitmek istemiş, buna isyan edilmiştir. İşin özü budur… 1937 Dersim isyanının sınırsız güç kullanılarak bastırıldığı ve çok kan aktığı doğrudur. Nitekim harekâtı sevk ve idare eden komutan-vali bu nedenle görevden alınmıştır. Dersim isyanının bastırılmasına yönelik bahaneler ileri sürerek Atatürk’ü suçlamaya çalışanların aşağıdaki soruya doğru yanıt vermeleri gerekir: “Suçlamalar doğru ise Tunceli – yani Dersim – niçin yıllar boyu Atatürk’ün partisine oy vermiştir?”
Şu husus asla unutulmamalıdır; İstiklal Savaşı bitmedi, devam ediyor. Dokuz Eylülde Ege Denizinin serin sularında boğulanlar sadece Palikaryanın korkakları değildi. Başta İngiliz siyaseti olmak üzere Batılı emperyalistlerdi. Onların kini ve hıncı giderek ve de katmerleşerek artmaktadır. Dolayısıyla Anadolu üzerinde ne Batı emperyalizmin emelleri, ne Seyit Rıza’lar, ne de Şeyh Sait’ler biter. Bunun asla unutulmaması gerekir… R.D.)
**
İsyan Başlıyor…
Feodal yapının gayrı memnun olarak ayrıldığı askeri müfettişlikten sonra tahmin edildiği gibi köprü yıkma-yakma haberleri ulaşmış Elazığ’a. Fakat Devlet kalkındırma hamlesinden geri durmamış, yasanın gereğini yapmaya devam etmiş. Aslında Devlet bunları bekliyormuş fakat bu sefer kararlı olmuş; okullar, yollar, yeni köprüler yapılmaya başlanmış.
Devletin varlığı hissedilmeye başlayınca feodal unsurların huzursuzluğu artmaya başlamış. Menfaatleri gereğince farklı unsurlardan oluşan aşiret reisleri Devlete karşı güç birliği yapmak için girişimlere başlamış. Reisler toplantısı yapılmış, küçük çaplı söylemler ve hareketler artık isyana dönüşmeye başlamış.
Nitekim 21 Mart 1937 gecesinden itibaren yöreye güvenliği sağlamak amacıyla kurulmuş askeri karakollar basılmış, askerler katledilmiş. Yörede ne kadar askeri birlik karargâhı varsa baskına uğramış. Zaten çok az olan ve yöreye tek iletişim aracı telgraf-telefon hatlarının telleri kesilmiş. Yörede ne kadar köprü varsa yakılıp yıkılmış. Amaçları, son derece sarp bir coğrafi yapıya sahip bölgeye askerin ulaşmasını engellemekti…
Devletin varlığını yörede olmasını istemeyen ağa-şeyh-seyit-mir-eşkıya işbirliği ile devlete isyan başlar, tarih 21 Mart 1937…
İsyanın Elebaşı Seyit Rıza…
“Neden Seyit Rıza?” sorusuna verilecek cevap önemlidir. Yörenin eğitimsiz, cahil, fukara halkını kandırmanın en temel araçlardan biri “şeyhlik veya seyitlik” yaftasıdır. Bu konuyla ilgili olarak yukarıda detay bilgiler verildi, burada tekrar özetleyelim; “seyitlik” yaftası halkın üzerinde son derece etkili bir yakıştırmadır. Çünkü bu lakabı taşıyanlar peygamber soyundan olduğu kabul edilerek rehber alınıyor, güya peygamber gibi kurtarıcı olacaklarmış!
Ayrıca, Seyit Rıza’yı ayrıcalıklı kılan, sağ kolu sayılan ve aynı zamanda “Kürtçülük” konusunda teorisyen olan Baytar Mehmet Nuri Dersim’i adındaki şahsın İngilizlerle, yurt dışı irtibat ve destekleri sağlayan birinin olması. Baytar Mehmet Nuri Dersimi’nin en önemli özelliği ise “gizli ajandaya sahip” bir ayrılıkçı, İngilizlerle iş birliği yapan “Kürtçü” olmasıdır. Bölgenin özelliği ve sosyal yapısını bahane ederek sonu belli olmayan bir maceraya halkı sürerek, kendine göre “Kürt İsyanı” başlattığını yazacağı kitaplarla yaymaya çalışan birisi. Başka bir deyişle, feodalizmi kullanarak “Kürtçülük” yapmayı yeğleyen bir insan…
Dersim bölgesinde egemen başka reisler de var ama Seyit Rıza bu sebeplerden dolayı en popüleri olanıydı. Bunun için de en etkili ve güçlü aşiretler onun etrafında birleştiler. Onun önderliğinde bir organizasyon yapıldı.
**
Seyit Rıza’nın “seyitliği”, aslında “Ocakzade” olarak bilinen bir manevi ocağın temsilcisi olarak itibar görmesindendir. Çünkü bu ocağın mensupları Ehl-i Beyt soyundandır. Kökeni Şeyh Hasan’dan gelen Kürt aşireti Abasan Aşireti reisi Seyit Rıza’nın çağrısıyla Yusufan, Kureyşan, Abbasuşağı, Bahtiyar, Haydaran aşiretleri isyan hareketine başlarlar (1915 Ermeni tehciri dolayısıyla bu aşiretlere sığınmış çok sayıda Ermeni vatandaşın olduğunu da burada hatırlatmakta yarar vardır). Aslında ilk isyan hareketini Kureyşan Kürt aşireti başlatır. Özellikle Demenan, Haydaran ve Yusufan Kürt aşiretlerinin katılımı ile isyan iyice genişler. Devlet otoritesini kabul etmeyen, vergi vermek, askere gitmek istemeyen diğer aşiretlerin de katılımı ile isyan yaygınlaşır.
(Not: Burada Dersim isyanı, feodal yapının korunmasına yönelik bir refleks gibi görünse de bunun sadece bu bağlamla izah edilemeyeceği kanaati vardır. Bu dönemde Suriye sınırında başlayan isyanların ardından Hatay’ın bağımsız devlet ilan edilmesi ve bunun Milletler Cemiyeti tarafından kabul görmesi, feodaliteyi yeni umutlara, hayallere sevk etmiş olabilir ve “Dersim Şii Kürt Devleti” fikrini canlı tutmuş olabilir. Bunu ispatlayacak belge eksikliği nedeniyle ısrarlı olmaktan kaçınmak gerektiği de bir gerçektir. R.D.)
**
İsyanın Şiddeti…
Ayaklanmaya karar varmak için önce aşiret reisleri kendi aralarında yaptıkları toplantıda direniş kararı aldılar. Yıl 1937, Mart 20 – 21 gecesi… Daha önce kararlaştırıldığı üzere stratejik noktaların başında askerin gelişini engellemek için geriye kalan köprülerin yıkılması hedefi vardı.
Ve bir grup asi tarafından 20-21 Mart 1937 gecesi Harçik Köprüsü yakılıp yıkılır, köprüyle Kahnut Bucağı arasındaki telefon hattı kesilir, bölgedeki askeri karargâhlara, karakollara yeni saldırılar yapılır, buradaki tüm askerler şehit edilir, karargâhlar da yakılır. Bunun adı Dersim isyanıdır… İsyan, bölgenin coğrafi özelliği nedeniyle bastırılamadı ve yayıldı. İsyana toplam yaklaşık 6.000 kişilik bir grup katıldığı tahmin edilmiştir…
20-21 Mart tarihi, aynı zamanda Kürtler için anlamlı bir tarihti. Çünkü 21 Mart tarihi New-ros (Nevroz- Yeni gün) idi. Aslında yakılıp yıkılan köprü somut bir nesneden çok, Dersim ile devlet arasındaki bağın da yıkılması demekti. Yörede çok fazla telefon hattı da yoktu, çok nadir olan ve Kahnut bucağı ile irtibatı sağlayan telefon hattı da isyancılar tarafından devre dışı bırakıldı. Yeni desteğin gelmesi böylece engellendi. Askeri karargâhtaki askeri birlik basılmış, tüm askerler kurşunlanarak şehit edilmişti… Bu hareket, başlangıçtan beri sulh ve sükûnla problemi çözmeye çalışan devletin ıslahat planını, bir anda, kanlı bir mecraya yönlendirilmiş oldu.
İsyancıların bu başarısı kendilerini şımarttı. Sarp alanlara karadan askerin ulaşması artık çok zorlaşmıştı. Bunu bilen isyancılar Devlete bir mesaj vermek için bazı isteklerde bulundular…
**
İsyanın başlaması ve askeri karargahların yakılıp yıkılması, askerlerin şehit edilmesi büyük yankı uyandırdı. Olayın faillerini yakalamak için malum çalışmalar yürütüldü. Ayrıca Pülümür ve Mazgirt’teki Seyyar Jandarma Taburlarına “Harekâta hazır ol” emri verildi. Mazgirt’teki jandarmadan bir bölük Pah Bucağı’na gönderilirken Erzincan ve Elazığ’daki Jandarma Komutanlıklarından bölgeye takviye birlikleri kaydırılması sağlandı…
27 Mayıs 1937 günü Sin Bucağı Karakolu da basıldı, telefon kabloları kesildi. Bu olaylar, artık bölgede devlete karşı yaygın bir isyanın olduğunu göstermekteydi. Kara harekâtı için 17. Tümenin takviye edilmesi, gerektiğinde bir uçak bölüğünün hazırlanması kararlaştırıldı. Elazığ’daki Topçu Taburu, Hozat’a kaydırıldı. Uçak Bölüğü isyan bölgesine yakın yerlerde hazır tutuldu.
Korgeneral vali Abdullah Alpdoğan tarafından karadan alınan güvenlik önlemleri büyük başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 26 Nisan günü asiler, Sin Bucağı’ndaki Akisor Jandarma Karakolu’nu basarak tüm mevcut 36 Jandarmayı da katlettiler. Ertesi gün, tahminen 80 kişilik bir asi grup gece Pah’ın kuzeyindeki 9. Jandarma Taburu ve Süvari Bölüğü’ne baskın yaptılar. Tüm bu isyancıların başarılı hareketleri onlara müthiş moral kazandırdı ve daha da silahlanırlar. Biraz da bu yüzden isyanı bastırmak iyice zorlaştı.
Korgeneral Abdullah Alpdoğan yanına aldığı 50.000 asker -ki bu yaklaşık üç kolorduya tekabül eder- ile bölgeye gitti. Bölgenin sarp dağlardan oluşmuş olması nedeniyle asilerin kullandığı dağları bir türlü aşamadı. Bundan sonar işin hava kuvvetlerine düştüğünü açıkladı…
**
Ve İsyancılardan Ültimatomu…
Hava kuvvetleri devreye girmeden önce, isyancıların devlet güçlerine verdiği zararı ve yok etme plânları sonuç verince, “başarı” psikolojisi sarhoşluğuna kapıldılar. İsyancı reisler bir istişare toplantısı yaptılar. Detaylı, değerlendirme ve tartışmalardan sonra hükümete bir ültimatom / kesin uyarı vermeye karar verdiler. Ültimatomda yer alan istekler şöyle özetlenebilir:
1-Askeri birlikler Dersim’den çekilsin.
2-Yeni köprüler yapılmasın.
3-Devleti temsil eden resmi kurumlar oluşturulmasın.
4-Yeni idari sistem kurulmasın.
5-Silahlarımıza el konulmasın.
6-Toplanan vergiler, hükümetle aralarında paylaşılsın.
**
Atatürk’ten Dersim Halkına Çağrı…
Dersim harekâtı ile ilgili olarak Atatürk’e sürekli bilgi veriliyordu. İsyanın mümkün olan en az can kaybıyla bitmesini ve bastırılması için yeni çareler aranıyordu. Mareşal Fevzi Çakmak ve Atatürk’ün bizzat bulunduğu bir değerlendirme toplantısı yapıldı Ankara’da; tarih 4 Mayıs 1937…
Dersim halkına bir bildiri ile seslenmenin yararlı olacağına karar verildi. Bölge halkına hitaben yazılan bildiri şöyleydi;
“Cumhuriyet Hükümeti; sizleri şefkatle kucaklamak istiyor. İçinizde bunu anlamayan kişiler, sizleri şahsi menfaatleri için kullanıyorlar. Sizler bu kişileri ve kışkırtıcıları derhal teslim ediniz. Aksi halde her tarafınız sarılmış durumdadır. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz! Cumhuriyet Hükümeti’nin bu bildirisini çoluk çocuğunuzla okuyunuz ve çabuk cevap veriniz. Yoksa hiç istemediğimiz halde sizleri mahvedecek kuvvetler harekâta geçecektir. Devlete itaat gerek”.
Evet, işte işin özü buydu, “devlete itaat etmek” bu isteniyordu yöre halkından. Aksi durumda Cumhuriyet orduları isyancıları perişan edecek güç ve kudrette olduğunu hatırlatan bildiri…
**
Devletin Ültimatoma Cevabı…
Ültimatomdan sonra isyancıların şöyle bir beklentisi vardı; daha önceki yıllarda Osmanlının yaptığı gibi belli bir süre sonra “devlet bırakıp gider” sanıyorlardı. Devletin askerini getirip dağlarda telef etmeyeceğini düşündüler. Bu kadar sarp dağları aşıp gelmenin zorluğunu, arazinin sarplığı ve bol mağaranın oluşu onlara avantajdı. Askerin gelip bunları buradan sökmesi beklenemezdi, beklemiyorlardı da…
Fakat unuttukları bir şey vardı. Mustafa Kemal ne Vahdettin’di, ne Yavuz’du ne de Abdülhamit’ti…
O çok farklıydı…
Yoktan var edilen bir Türkiye cumhuriyetini Dersimli ağaların, seyitlerin, şeyhlerin keyfilerine feda edecek biri değildi. Gerekli hazırlıklar yapıldı. Hava kuvvetlerine talimat verildi. Hava birliği için üç uçak filosu seçildi. Korgeneral Alpdoğan hava saldırısı için Ankara’dan izin istemi, onaylandı. Yalnız, hava taarruzunu düzenleyecek birliğin sorumluluğunu Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’e verilmesi gündemdeydi, fakat Atatürk buna itiraz etti. Sabiha’nın esir düşmesi durumunda göreceği muameleden endişeliydi. Gitmesini istemedi. Ancak Sabiha Gökçen kararlıydı ve bu görevi yapmak istiyordu.
İsyancıların yoğun olarak tutundukları mevkilere havadan saldırı gerçekleştirildi. Hava hareketinin başladığı tarih, 3 Mayıs 1937… İsyancıların özellikle saklandıkları ve beslendikleri büyük yer olan “Laş” bölgesi bombalandı. Kezâ Seyit Rıza’nın da bulunduğu “Laçinan Deresi” ve çevresi yoğun şekilde bombalandı. Anlatıldığına göre, Seyit Rıza’nın birçok silahlı taraftarı yaşamını burada kaybetti.
Bu hava bombardımanı karada ilerlemeye çalışan kara birliklerin toparlanmasını sağladı. Hava akını savaşma inisiyatifini kaybeden askeri birliklerin toparlanmasını sağladı. Aşiretlerde büyük panikler yaşadı ve bozguna uğradılar.
Hava kuvvetleri destek verince kara kuvvetleri daha kolay ilerlediler. Kara birlikleri dört taraftan asileri sardı ve sıkıştırdı. Asileri kuşatmış olan Cumhuriyet orduları asileri yakalamaya çalıştılar; “..analarının dinecek gözyaşı olmadığı..” için yine fedakârlık onlara düşmeye başladı. Kayalık ve mağaralara doğru kaçmaya başlayan asiler takip edildi. Panik halindeki asiler büyük zayiat verdi. Durumları giderek kötüleşiyordu.
Devlet gücü karşısında kabadayılık yapmanın faturası pahalıya mal oluyordu. İsyancıların elebaşlarından Demenanlı Cebrail, Seyit Rıza’ya en yakın kişi olarak şöyle teklif yaptı: “teslim olalım” dediğinde Seyit Rıza farklı düşünmüş olmalı ki hemen teslim olmadı… Ancak Cebrail farklı düşünüyordu işin zora girdiğini anladığı an Seyit Rıza’nın da teslim olacağı biliyordu…
**
Şiddetli Çarpışmalar…
Yazılı bildirinin yöreye dağıtılması sonuç vermeyince Cumhuriyet ordusu tüm gücüyle harekete geçti. Çok şiddetli çarpışmaların olmasına rağmen asiler bir türlü teslim olmak istemiyordu… Yörede bulunan 9. Seyyar Jandarma Taburu iki kısım halinde görev yapıyordu. Asiler taburun bir bölümünü çembere alarak yok etmek istediler. Çarpışmalar çok şiddetli oldu. Çok asker ve asi öldü. Özellikle “Sinantepe” mevkiindeki makineli bölüğün imdada yetişmesiyle tabur imha olmaktan kurtuldu.
27 Nisan 1937 günü “Şehir Köyü” yakınında konuşlandırılan 3. Bölüğe ve çevredeki birliklere saldırıldı. Amaç, bir birliğin diğerinin yardımına gitmesini engellemekti… Cumhuriyet ordusu zaman zaman çok güç durumlara düşüyordu. Asiler araziye çok kolay uyum sağlıyor ve saklanabiliyorlardı. Bu saldırılar devam ederken Mazgirt yöresinde konuşlandırılmış jandarma birlikleri yardıma geldiler. Amaçlarına tam ulaşamayan asiler geri çekilmek zorunda kaldılar ve büyük bir bölümü “Nohuttepe” yöresinde toplandılar. İşte isyanın belini kıran olaylardan biri bu sırada gerçekleşti, toplanma bölgesi belirlenen asilerin üzerine hava gücü gönderildi. Uçak bölüğüne emir verildi bu bölgeye iki dalış yapıldı ve bombalandı. Asilerin bir bölümü bu hava akınıyla imha edildi.
Diğer yandan asilerin “Kahmut”, “Sin” ve “Mazgirt” hareket halinde oldukları haberi üzerine hava kuvvetlere bu alanlar da dalış yaptılar. Özellikle “Kırklar Dağı” ve “Zal Dağı” kuzeyindeki “Keçiseken Köyü” yakınlarında tutunan “Demenan Aşireti”nin reisi ve yakınlarının toplandığı öğrenildi. Önemli bir hava akını buraya da yapıldı. Pilot Sabiha Gökçen’in de bulunduğu uçak filosu ile yapılan bombalama sonucunda burada toplanmış olan asilere büyük bir kısmı imha edildi. Genel anlamda yapılan çarpışmalarda Cumhuriyet ordusunun kara savaşında çok başarılı olduğu söylenemez. Hava desteği sağlandıktan sonra Dersim asileri geri çekilmeye, teslim olmaya başlamışlardır.
Teslim Bayrağı Çekiliyor…
Asilerin direnmelerine devam etmesi isyanın bastırılmasını geciktirmiştir. Özellikle “Ali Boğazı” denilen yerde asilerin direnci bir türlü kırılamıyordu. Dağlarda, mağaralara saklanmış, pusu kurmuş vaziyette direnmeye devam ediyorlardı. İsyanın lideri durumundaki Seyit Rıza’nın “Dijikbaba Dağı”ndaki mağaralarda saklandığı öğrenildiğinde askerin yoğun takibi ve ateşi Seyit Rıza’yı çaresiz bırakmıştı.
Seyit Rıza kurtulamayacağını anlayınca “teslim” bayrağını çekti. Bazı kaynaklar 5, bazıları da 10 Eylül günü, Seyit Rıza’nın silahsız olarak bizzat Erzincan’da Jandarmaya teslim olduğunu yazar. Mahkeme edilmek üzere Elazığ’da kurulan askeri mahkemeye sevk edilir.
Seyit Rıza’nın idama mahkûm edilişi tarihi son derece ilginçtir; 10 Kasım günüdür. Yani TBMM de AKP’nin “açılım-saçılım-kaçınım” adını verdiğimiz projesi görüşülürken, milletvekili Onur Öymen’in pek çok spekülasyon ve polemiklere yol açan konuşmayı yaptığı bir gündür. Ve bu günden tam 72 yıl önce, Seyit Rıza idama mahkûm edilmişti.
Yine son derece garip ve ilginç bir tesadüf olarak Onur Öymen’in başına iş açan bir gazeteye verdiği mülakatının yayımlandığı gün olan 15 Kasım 2009 tarihinden tam 72 yıl önce 15 Kasım 1937 günü idam edildi. Sanki Onur Öymen’in Dersim İsyanı ve onun lideri ile “zahiri” bir ilişki kurulmuş gibiydi!?
**
İhsan Sabri Çağlayangil’in hatıraları ve bazı canlı tanıklardan dinlediklerime göre, Seyit Rıza idam sehpasına çıkarken kimseden destek istememiş, kendi yürümüş, çingene cellâdı da istememiş, sehpaya çıkmış ve şu ifadeleri kullanmış: “Evladı Kerbalayıh. Bi hatayıh. Ayıptır, zulümdür, cinayettir- Peygamber soyundanım-hatam yoktur-ayıptır, zülümdür, cinayettir” diyerek yağlı sicimi boynuna geçirmiş ve çingeneye izin vermeden kendisi tabureyi tekmeleyerek hayatına son vermiştir. Böylece Dersim isyanının lideri olan Seyit Rıza bu halleriyle tarihin siyasi sayfalarına kayıt olmuştur…
Sahne son derece dramatiktik ve üzücüdür…
Belli ki Seyit Rıza da kandırılmış!
(Not: Tüm bu olaylar olup biterken Seyit Rıza’nın bağımsız hareket ettiği, tek başına buyruk olduğunu düşünülmemelidir. İsyancıların başı İngilizlerle temastaydı. Bu teması sağlayan yakın adamı ve siyasi danışmanı Veteriner Mehmet Nuri Dersimi ‘yi, İngilizlerle gereken ilişkileri kurması için görevlendirmişti. Baytar Nuri’nin yurt dışına çıkışı çok farklı sebeplerden dolayı gecikmiştir. Belki de plânlarında İngiliz hükümetinin doğrudan veya dolaylı olarak Cumhuriyet hükümetine “müdahale” plânı vardı, bilinmez… Bilinen bir gerçek var ki o da Atatürk’ün sağ olduğu bir Türkiye’de, bu İngiliz de olsa o cesareti gösteremezdi… R.D.)
**
Dersim Dağlarında İnsan Avı…
Dersim isyanının bastırılmasında “orantısız güç kullanılmış”, kurunun yanında pek çok yaşın da yandığı bir gerçektir. İsyan mayısta başlamasına rağmen kısa sürede bastırılamamış eylüle kadar mücadele devam etmiş. Yaklaşık yedi ay asiler devletin hem kara hem de hava gücüne karşı direnmişlerdir.
Devletin isyanı bastırmak için hava kuvvetlerini devreye sokmasının muhtemelen ana sebebi, yörenin coğrafi olarak sarp dağlar ve vadilerden oluşmuş olmasındandır. Karadan isyancılara ulaşılamayan alanlarda hava saldırıları yapılmasına mecbur kalınmış olmalı. Hava kuvvetlerinin kullanılmasının esas sebebi budur.
Devletin isyancılara karşı sergilediği “sertlik” derecesini tartışmak ise günümüz gözlemiyle ve anlayışıyla yapmak doğru ve objektif bir yaklaşım olmaz. Her olayı kendi oluş zaman dilimi içinde değerlendirmek gerekir… İsyan tamamen bastırıldığında, isyancıların liderliğini yapanların bir kısmı sağ bir kısmı ölü olarak ele geçmiştir. Yedi aylık direnişten sonra sağ olarak yakalananlardan (lider konumundakiler) bazılarının ismi aşağıdadır.
Eylül sonunda yakalanan isyancı elebaşılar
*Roznaklı Kamer,
*Demenanlı Cebrail,
*Yusufhanlı Ağdatlı Kamer,
*Kureyşanlı Hasso Seydo,
*Bahtiyar Aşiretinden Şahin.
Aşiretlerin önde gelenlerinden olan bu şahıslar sağ olarak yakalanarak Elazığ’da kurulan İstiklal Mahkemelerine sevk edilmişlerdir.
İsyanın flaş ismi Seyit Rıza kaçmış bir mağaraya sığınmıştı. Seyit Rıza’yı lider yapanların başında yer alan Koçgirili Alişir, Bahtiyarlı Şahin’in de öldürülmesinden sonra çaresiz kalan Seyit Rıza yanındakilerle birlikte en sarp sayılan kayaların arasındaki mağarada saklanırken, çaresiz kaldığını anlayınca, 10 Eylül 1937 günü Erzincan kırsalında jandarmaya teslim olmak mecburiyetinde kalmıştır. Birlikte olduğu iki oğlundan biri yaralanmış diğeri teslim olmuştur. Böylece Dersim dağlarının tek hâkimi sayıldığını sanan Seyit Rıza yanlışın sonuna gelmişti. Ancak doğruyu bulması için artık çok geç olmuştu…
**
Dersim isyanı sırasında kaçı asker, kaçı eşkıya, kaçı sivil halk, kaçı aradakiler olmak üzere kişinin öldüğü asla bilinmeyecektir. Genel Kurmayın kayıtları henüz açık olmadığı için bazı tahmini rakamlar vardır. Kimi kaynaklara göre astronomik rakamlara varan ölüm olmuş…
Bu kaynakların çoğu da İngiliz orijinli kaynaklardır. Burada akla gelen husus şudur; Dersim dağlarında Mehmetçiğe kurşun sıkan asilerin cesetlerini tabutlara yerleştirmek için İngilizler görevli gözlemci (!) mı yollamışlardı?
İlginç değil mi, ölü sayısının İngilizler tarafından verilmesi?
Nitekim İngiliz elçiliğinden çıkan raporda bazı rakamları bu yazının ilgili bölümünde okuyacaksınız. Belki de en ilginç husus, “püf nokta”, olarak adlandırılabilecek gerçek, burada saklı gibi geliyor insana…
İsyancılar tarafından şehit edilen Mehmetçiklerin sayısı mutlaka Genel Kurmay arşivlerinde vardır. Merak ettik öğrenemedik. Ancak dikkate değer bir şehit etme, pusu kurma veya tuzağa düşürme şeklini burada örneklemekte yarar vardır. Dersim asileri tarafından yakılıp yıkılan köprülerin yokluğu nedeniyle, Munzur çayını el-ele tutuşarak geçmeye çalışan bir tabur askerin pusu kurularak katledilmesi… “Munzur çayı kızıl aktı” diyenlerin aslında bu olayı anımsatmaları gerektiğini de belirtmekte yarar vardır. Munzur çayını kızıla boyayan Mehmetçiklerin kanıydı…
Karadan ilerlemeye coğrafi olarak imkân olmadığı için hava bombardımanından sonra kara birlikleri tarafından taranan kırsal kesimde, köyler aranarak, gezilerek asilerin taraftarı diye çok sayıda insanın “haksız” yere kırılmasına sebep oldukları iddiaları her zaman gündemde olacaktır. Her ne kadar devlet gücünün ispatı olarak algılansa da gözdağı verme amacını aşan bir durumla karşı karşıya kalınmıştır.
(NOT: Dersim isyanının bastırılmasından sonra hem bölge valisi Korgeneral Abdullah Alpdoğan görevden alınması, hem de İsmet Paşanın başbakanlıktan istifa ettirilmesinin ardındaki gerçek, Dersim’de kullanılan sınırsız güç nedeniyle çok fazla masum insanın ölmesi gösterilmesi tartışmaya açık bir konudur. RD)
**
(Yorum ve irdeleme: Osmanlı İmparatorluğunun geriye kalan külleri üzerine kurulan bir ulus devletin bir bölgesinde, feodalizmin devamını sağlamak için devletin koyduğu kuralları tanımayan ve bunlara isyan eden bir zihniyetle hareket edenlere karşı devlet ne yapmalıydı?, sorusunun burada irdelenmesi gerekir. Çünkü, işin temel boyutu anlaşılmadan popülist ve sloganımsı birtakım yaklaşımlarla konu “güme” gidebilir.
Doğrudur, devlet bu isyanın bastırılmasında orantısız bir güç kullanmıştır. Bu bellidir. Dahası, beş ay Dersim dağlarında direnen eşkıyanın ne pahasına olursa olsun mutlaka başının ezilmesi kararı karşısında birçok masum insanın da hayatını kaybettiği de bir gerçektir. Dünyada olup biten isyanlarda sivil halkın zarar görmediği bir isyan baskını var mıdır? Devletin hiçbir şekilde onaylayamayacağı, kontrol dışı olaylar da yaşanmış olabilir, bu ihtimal her zaman vardır… Fakat tüm bunlar devlete karşı isyan etmeyi haklı kılmaz.
Ortaya konulan söylemlere bakılırsa sanki Seyit Rıza, “..haksızlıklara karşı gelmiş, halkını korumuş bir halk kahramanı” imiş havası yaratılmaktadır… Hâlbuki Dersim halkına refah, güvenlik getirmek isteyen devlete kafa tutmuş; yol, yolak, köprü, okul emniyet istememiş.
Feodalizmin her türlüsü Dersim’de gücünü sürdürmek istemiş!.
Peki, ala, bu mu halk kahramanlığı?
Bunu iddia edenlerin akıl ve mantık düzeylerinde ciddiyet var mıdır?
Şu mantığı anlamak çok güçtür; devlete isyan eden, halkına, askerine, polisine silah çekenin karşısına devletini, vatandaşını korumak için devlet dikildiği zaman devlet suçlu, isyan eden mağdur olacak, öyle mi?
Dersim olayında bölgenin coğrafi yapısından kaynaklanan zorlukların getirdiği “kinlenmenin” de etkisiyle asker işi kökten hal etmek için sivil vatandaş ile isyancıyı ayırt edemeyecek duruma getirilmiş olabilir.
Orantısız güç kullanmak şartların getirdiği bir mecburiyet olmuştur. Bunu bugünkü mantıkla onaylamasak da acı bir gerçektir. Ebetteki masum insanların hayatını kaybetmesi üzüntü verici, fakat bu şu anlama gelmez; isyanı bastırma hareketi sırasında sivil masum insanların da ölmüş olması demek, bir etnik ya da dinsel grubu yok etmek anlamına gelmez.
Dersim isyanı sırasındaki güç kullanmanın amacı, asla böyle sistemli bir saldırıyı gerçekleştirmek değildir. İsyancılara karşı yapılmıştır, sivil halka karşı yapılmamıştır; bunun dışında farklı değerlendirilmesi de zaten yanlıştır.
Her milletin tarihinde isyanlar vardır, bizde de çok olmuştur. İsyan bastırmak “hata” olarak algılamak, “devlet” olma esprisini anlamamak demektir. İsyanın yanlışlığı kadar isyanı mağdur göstermek kadar yanlıştır.
Devlete isyan eden kim olursa olsun mutlaka başı ezilmeli ve hizaya sokulmalıdır. Dersim isyanını yapan feodalizmin unsurları olan “Kürt” topluluklarının yaptığı isyan, kabahat “masumane” sayılmaya çalışılacak da Konya’da, Bolu’da yapılan “Türk” isyanları “suçlu” sayılıp yok edilecek…
O zaman şu mantık mı geçerli olsun; “Türkler isyan etti derhal yok edilmeli, fakat Kürtler isyan etti okşanmalıdır.” Böylesine sakat bir mantık dünyanın neresinde var olmuş?
İsyancı Kürt mağdur da, isyancı Türk suçlu!?
İster Dersim isyanı, ister Şeyh Sait isyanı, ister Konya, ister Bolu Türk isyanları olsun devletin bunlara ayrı gözlükle bakması asla mümkün değildir. Devlet devletliğini göstermeli gerekeni yapmalıdır. Ki Dersim’de yapılan da budur. Masum insanların arada ölmesi devleti üzer, fakat suçlu kılmaz. İnsan olarak, toplumun fertleri olarak içimiz kan ağlar, acısı yüreğimizde “sızı” olarak kalır…
Fakat devletin varlığı ve devamlılığı herkesin ihtiyacı olduğu da unutulmamalıdır.
Masum insanların ölmediği hiçbir isyan var mıdır ki?
Orantısız güç kullanımı kınanabilir, tartışılabilir, fakat isyancı, isyan haklı konuma getirilemez. Bunun böyle anlaşılması gerekir.
İsyan bastırmanın mutlaka silahla olması da gerekmeyebilir. Nitekim Dersim’de isyancılara önce işin “sulh ve salah” ile hal edilmesi için öneri yapılmış, tersiyle karşılaşmış Devlet!
Burada tartışma konusu asla olmayacak bir husus vardır; Atatürk’ü verdiği kararlardan dolayı suçlamak veya tartıştırmak… Atatürk’ü eleştirmek için önce onu iyi anlamak gerek. Anlamak için okumak ve öğrenmek gerek. Okumak da yetmez, düşünmek ve yine oturup düşünmek gerek…
Atatürk, öyle ayaküstü üç beş cümleyle ya da sloganla anlaşılacak, anlatılacak, öğrenilecek bir varlık değildir. Vatan aşkı, millet aşkı, bayrak aşkı, hürriyet aşkı engin deniz gibidir… Atatürk’ün Dersim hakkında söylediği ifadeler istismara kapalı ifadelerdir. Devlet başkanı olan bir insanın söylemesi gereken ifadelerdir. Onun yerinde kim olursa olsun aynı şeyi söyler ve yapardı.
**
Dersim isyanının sebepleri arasında gerekçe olarak ileri sürülecek hususlar şunlardan hiç biri olmadığının net olarak bilinmesi gerekir. Özetle Dersim isyanın;
*güvenlik istemiyle,
*hükümet baskısıyla,
*adaletsizlikle,
*ana dil konuşturmamakla,
*özgürlükle,
*baskıyla,
*kalkınmamışlıkla,
*fukaralıkla,
*eğitim isteği vs ile hiçbir ilgisi yoktur.
Aksine, devlet, güvenliğin hiç bulunmadığı bir yere güvenlik götürmek istiyor. Bunun için de alt yapı hizmeti yapmak istiyor.
Okul, yol, köprü yapmak istiyor ki vatandaş rahat ulaşabilsin istediği yere. Su getirmek istiyor ki vatandaş sağlık su içsin, hastalık olmasın, analar rahat etsin diye.
Köprü yapıyor ki vatandaş hayvanıyla suya-sele kapılmasın, azgın ırmak sularında boğulmasın diye…
“Neden buna itiraz ediliyor?”
İşte bütün mesele bu sorunun cevabında saklı…
Yörede egemen olan farklı renklerdeki feodal güçler; ağalar, seyitler, şeyhler, mirlerin egemenliği sona erecek diye, vatandaşları haraca bağlayamayacaklar diye, devletin resmi makamları olduğu için kimseyi zoraki vergilere bağlama şansları olmayacak diye… Feodalizmin etkisi azalacak diye…
Kısaca, her alanda otoriteleri, çıkarları sarsılacak olan egemen feodal güç sahipleri bunların hiç birini istemiyorlar. Osmanlı döneminde nasıl ki Yeniçeri Ocağı’nın mensupları padişahı ya da sadrazamı “istemezük” diyorlardıysa veya Patrona Halil isyanında olduğu gibi “medeniyet istemezük” denilmişse, aynı tekerlemeyi yeniden yaşama geçirdiler ve “asker istemezük, yol istemezük, köprü istemezük, okul iztemezük…” diyorlardı ve devlete karşı başkaldırıyorlardı.
Bu “istemezüklerle” de kalınmıyor, emniyeti sağlamak için yöreye yerleştirilen askeri birlikler, karargâhlar, askeri karakollar basılıyor, yakılıyor, yıkılıyor, Mehmetçik-subay şehit ediliyor…
Devletin yaptığı köprüleri yakıp yıkıyor…
Dersim isyanın ana sebebi de işte bu feodal yapının devamlılığı ya da yok edilme mücadelesine dayanıyor.
Özetle Dersim isyanı, feodal yapı ile devlet arasındaki bir mücadeledir.
Şimdi bu manzara karşısında vicdanı olan elini vicdanına, olmayan da elini “cebine” koysun ve bir an için düşünsün; siz Atatürk’ün, İsmet Paşa’nın yerinde olsanız ne yapardınız?
Devleti temsil eden herkes bunu düşünmelidir…
Seyit Rıza’nın isteklerini kabul edip geri mi çekilseydi devlet Dersim’den?!
Dersim’in kalkınmasını değil de soyulup baskılanması için şeyhlere, seyitler, ağalara mı bırakılsaydı?!
İşte bütün mesele bu sorulara verilecek cevaplarda saklıdır…
İşte size işin ana teması; nasıl bakmak istiyorsanız öyle bakınız, fakat gerçekleri de görünüz… Bakmak yetmez, görmek gerek… R.D.)
Makale uzunve titiz bir emek ürünü teşekkür borçluyuz.Konuyu kavrayamayanlar veya anlamak istemeyenler,saglıklı bir sonuca varabilmeleri için Son soruyu ve son dört satırı tekrar tekrar okumalı ve bir defa daha düşünmelidir.Yurduma Namertce uzanan eller kırılsın Vatanımı çok seviyor ve Türk halkımı sevgiyle kucaklıyorum Can
Sayın hocam dersim olayları ile ilgili çok yazı okudum Vikipedi bilgileri dahi taraflı yazılmıştı.Sizin araştırmalarınızı okuduğumda en doğru bilgileri aldığıma inanıyorum çünkü Kurtuluş savaşı kahramanı Atatürk ne bedeller uğruna alınmış bu topraklarda bir ilimize neden katliyam yapsın yada yapsınlar çıkar amaç ne olabilir ? Bizlere alevileri katlettiler dendi ve öyle biliyordum.Bilgilendirdiğiniz için tşk ederiz.
Ben çok merak ediyorum, devlet o isyanı bastrmasaydı veya bastıramasaydı, bugün siyasi rant uğruna o dönemin idarecilerini,Tunceli halkını katletmekle suçlayanlar Seyit Rıza’ya bir demet gülmü gndereceklerdi.
Sayın Hocam yayınlamış oldugunuz bu detaylı bilgiler için teşekür ederim. şunu anladıkki Tarih boyunca Türkün ilerlemesini önlemek için her devirde başımıza bir bela sarmışlar dün ŞEYH SAİT bugün pkk hepsi aynı ülkeler savaşla alamadıklarını kalleşlikle yapıyorlar.Ama başaramazlar çünkü,TÜRKÜ,KÜRDÜ,(gerçek)LAZI,VS.BİZ BİRİZ BÖLEMEZLER
Hoca bu masalları belliki sizde çok dinlemiş ve bunu hazmetmişe benziyorsunuz, Gelin görünki yazdığınız masalın gerçegini biz atalarımızdan analarımızdan Babalarımızın ayaklarında sırtındaki Süngü izlerinde görüyoruz Kaybolan Halalarımızın halen dahi izlerini takip ederek o çirkin katliamcı Maskelerinden bulmaya çalışıyoruz subjektij konuşuyorsunuz Yav arkadaş biz bu anlatılanların Coğrafyasında yaşıyor ve bu bahsettiğiniz isyan etti dediğiniz insanlarla aynı Havayı soluyoruz Bir Dersimlinin Feodalizmme bakışı ağalık denilen illeti bakışı ve Mucadelesini Bu ülkede Dersimliler kadar kimse Yapmadı yapamadı Sizde buna dahilsiniz Dersimde Binlerce Devrimci Binlerce İlerici İnsan Toprağa Bu halk için düştü Türkiye Devriminin Öncülüğünü yapan Bu insanlara sizin gibilerin Tarih dersi vermesine gerek… Read more »
kusura bakma ama hocam sen iyisi doktorluğa devam et bizim türkiyemizde elektrik olmayan bir sürü yerimiz var anlattığınız bu masalda siz ve sizin ğibileri inandıra bilirsiniz sayğılarımla umarım nedemek istediğimi anlamışınızdır………
cok tebrık edıyorum sızı .. tarafsız acıklacı tum kaynaklarıyla verdıgınız bu bılgı ıcın cok tesekkur edıyorum..
Sayın Kardeşlerim, Dersim olayları ile ilgili olarak son günlerdeki gelişmeleri endişe ve birazda hayretle izliyorum. Yüzyıllardır feodallar tarafından yönetilmiş! bir bölgede devletin yapmak istediği ıslahat hareketleri nedeni ile isyan eden ve devlet güçlerine önemli ölçüde zayiat verdiren eşkiyaya karşı yapılan bu harekat doğrudur ve eşkiyanın hiçbir mazereti olamaz. Devlet doğru olanı yapmışdır. Şu yıllarda PKK ya karşı ne yapıyorsa o gün de o yapılmıştır. Yanlış olan devletimizi yönetme mesuliyetini yüklenmiş olanların maalesef bunun bilincine henüz varamamış olmalarıdır. Bu da onların tarih ve Türklük bilincinin maalesef yeterince gelişmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. .Umarım bu hatalarının bilincine biran önce varırlar ve Türk devletini birlik… Read more »
süper bi analiz